Ablak bir yüzü yok karanlığın
Öyle şerli şerefli kimselere de dadanmaz
Hayatları kendi kadar ırgalamaz karanlık
Işk demişler, şimdi aşk diyorlar, ne çıkmış ki
İşin nihayetinde tekrar tekrar bulacağın şey
Kapkaranlıklar ve bir sandalye
Her odanın ruhunda bu son yatar
Her odada sonlu bir gövdenin sahibi ruhlar
Ve olmayan gözlerimiz
Akıllarında bir sandalye
Kemiklerinde inildeyen
Biteviye bir kırmanın izleri
Eğer ki bir geceyse hafızanın tarlasını süren
Onmaz ağırlığıma halel getiren geceyse
Ürkmemek lazım, çünkü rahatız karanlığa uzanmakta
Resmimiz, garazımız, oyulmuşluğumuz
Ve olmayan gözlerimiz
Bol boluna yankılanıyor
Ve bir ses içimde, ama dâim içimde
Çatallanıyor, bulduğu her yankıya körlemesine
Sokulup yaklaşan çobanlar gibi
Görünendir, çobanlar dellenmiş
Hayat sürmek sundurmalar görmektir kimisine ama bir elma bahçesi insan elini ne kadar kesebiliyorsa kessin çünkü 15 eli paralanmış adam evin tek sobalı odasında uyurken-ki sıcaktır oda ve kulağagirenler hem sıcağı hem karanlığı sever-artık bir parça ürpermeliyim galiba.
Eski çarşıya dikelmiş fikirleri yok karanlığın
Var mı der çok da eskiliği kalmamış onlarca esnaf
Ama o zaman babamın dükkanındaki satılmayan ayakkabılar
Ve dernek binalarının su almış bodrum katları
-kuyu temeldir belki ta başında girmiştir su ve bir daha da tükenip kaybolmaz kolon içlerindeki cılız cansız demirlerden-
Borçlar bazı kapatır çorbanın buğusunu
Bazen dükkanımızın camları bir daha buğulanmaz olur
Ve kırağı bir sancı gibidir, ellerim kesiklerle dolmazdan önce
Soğuk yanığıdır kıpkızıl
Bunda da “fakat”lık bir sevindirikçe hal var yine de
O ayakkabılar çocukların tepinmekli ayaklarına çok güzel oldu işin açığı
Koşturu koşturuversinler artık
Eski çarşı esnafından babama karanlık
Sahici bir tarzdan şaştığı yok karanlığın
Sevdiğim o, ondan bile öfke görmeye dayanırlığım
Ne de odamın sazının telleri
Ve olmayan gözlerimiz
Yok işte, beni Melih Cevdet’e anlatma
Konuşuyor ki, gözlerim böyle yaşarmazdı
Atlar, bütün tarihi ıslak gözleri anlatır
Yeryüzünde her yelenin avuçlanası vardır
Bitirilmiş bir adı yok karanlığın
Cebindeki taşların ederi, şapkasının varlığı
-Bazı bazı insan bilemez, kalakalmalıdır karman çorman.
-Kaybetmekliğim böyle kesinleşmedi mi?
Alakargaların hasta düştüğü bir rüya şimdi bu,
Ya da bir zaman, çocuk rüyalarında ipeksi kuşların gezmediği
Başımda pür ateş, sırtım titreyen dalı oluvermiş elma ağacımın
Bahçe bütün zangırtı,ve tanınmadık bir ses benden:
“Ah ki ne ah
Müntakim bu gece, bu karaltı
Göğsümde benim olmayan yumruklarla
Kanlanıyor ne olmuşsa
Neyin olmaklığı varsa 19’un bende
Ve astımlı, geçtiğini boğularak geçen bir nefesin ısıtamadığı
Kasdı belirsiz eller, ki bundan sonra kara-kırmızıdır,
Odamın eskiden gömgöktü ruhunda kemirgen bir ıslık
VE DERMEYAN GÖZLERİMİZ
Bir şeyler tarif etmekte
Andırılıyor bir anı
Yine böyle oluyor
Bir istila Anadolu’yu arşınlıyor
Aristo memleketinin bahçelerine dönüyor
Ben de elma bahçeme
Ve bir ürkü alıyor benliği
İstencim yırtılı, binbirce hatıramda yol
Göğsümde benim yumruklarla olmayan
İyi olan ne gördümse diledim
Sana gece sabaha devrilmek üzereyken, devrilmeyen bir canla.
-Ne güzelmiş, sana mı ait?
Yok yok, karanlığın.
Hayalse ya da her neyse şimdi burada olup biten
Ne kargası var ne de alaca alaca bakan kuşları karanlığın
Gök asılı, göçer
Hem asılıp ben hem göçemem.
Bir sayıklamanın ortasıyım
Kalem de bu, başka şey yazmıyor
Sandalyenin üstünde, kapkaranlıkların altında
Comments