(Bu hikayedeki kahramanlar gerçek olmakla birlikte olayların büyük bir kısmı kurgudur.)
Dedemin yıllar önce yazlık balkonunda çekilmiş bir fotoğrafı her gördüğümde dikkatimi çeker. Oturma odasında koltuğun üstünde asılı rastgele bir manzara fotoğrafının çerçevesinin arasına sıkıştırılmıştır bu fotoğraf. Orada durur. Z. Ö.’nün üzerinde kolsuz mavi bir atlet, elinde akşam yemeği sonrası iyi gidecek bir soda şişesi, dudaklarında açlığının geçtiğini belirten, sinir sonrası oluşan tebessüm. Edebi olarak betimleme isteğim bu fotoğrafa sigara da eklemek istedi ama sigara içmezdi benim dedem. O yıllarda bilirsiniz, evlerde sigara tabakları olurmuş, misafire sigara ikramı yaygınmış. Babaannem geçenlerde anlatmıştı, “Gerçek dost sigara ikram etmez kuzum” diye. Prensipli kadın. Gerçekten de hiçbir fotoğrafta rastlayamadım tütünün izine. Bir bacağımı koltuğa yaslayıp sol elimle çerçevenin köşesindeki fotoğrafa uzanırken bunları düşündüm.
Babaannem içeride kahvaltıyı hazır ediyor. Hizmet etmek yıllardan beri gelen bir alışkanlık onun için. O kadar ki, sabah ders vermek için gittiği okuldan çıkar çıkmaz mal almaya gidermiş pazarda satabilmek için.
Sesleniyor şimdi bana. Ekmeği kızarmış mı isterim?
Fotoğrafın çekildiği sedirde yerimi alırken olur diye sesleniyorum. “Olur babaannecim!”
Daha önce yaşamadığım bir anıyı kurgulamak ister gibi elimdeki çehreyi incelemeye devam ediyorum. O gece kameraya bakarken ne düşünmüştün? Baktığın manzara yine bu muydu? Deniz daha kirliydi yüksek ihtimalle. Rüzgar, senin gibi ters kalkmıştı yatağından. Belki gelene geçene selam vermiştin. Seni tanırlardı burada çünkü biliyorum.
Sabah kalktığında o gün, canın simit çekmişti ve yakıcı güneşe rağmen o yolu yürümüştün. Dönüş yolunda balıkçıdaki taze balıkları görünce akşam fırında çupra yapmak istemiştin. Çok tatlı bir kız çocuğu görmüştün ve başını okşamıştın. Kız çocuklarına ayrı bir düşkündün sen.
Aklına ben gelmiştim belki. Büyüyüp büyümediğimi merak ettin. İşte sen bunları düşündükten yaklaşık 3 yıl sonra dedecim, ben odamın en sığınaklı köşesinde senin nereye gittiğini anlamamanın yarattığı derin boşluktan ötürü ağlıyordum. Ölüm kavramıyla ilk tanışmamdı bu. Halbuki sen hayatın boyu bu kavramı her gün taşıdın.
Gölcük’teki evin ön tarafındaki teras bir hipodromla karşılıklı. İkisinin arasındaysa araba yolu var. Bundan yirmi yıl önce çok fazla işçi gelip geçermiş o yoldan. Dedem de onlara seslenir, çay ikramı yaparmış. İşte emekli öğretmen M. Z.Ö.’nün toprağa verildiği gün, o işçiler bile oradaymış. Cenaze dolup taşmış. Eminim ki Z. Bey, uzaktan izleyip birilerinin ensesine vurup bazılarıyla dalga geçmiş, kalanlara da bir güzel sövmüştür. Dalga geçmiştir diyorum ama çok tanıdığımdan değil kendisini. Kulaktan dolma şeylere göre iyi küfür edermiş dedem. Babam ya da kardeşleri bu konuyu ne zaman açsa, babaannem eşini savunmaya geçer. Velhasıl, net olarak bir şey söyleyemiyoruz küfürbazlığı hakkında.
Evet, nerede kalmıştık. Cenaze. Bu cenaze 2008’de gerçekleşmeden çok önce, dedem mezar ziyaretlerine başlamıştı. Evinin yaklaşık on beş dakika ötesinde olan Sultanbaba Türbesi, gitmeyi en sevdiği mekan haline gelmişti.
Namıdiğer Sultan Baba, III.Selim döneminde Gölcük’e gelip yerleşmiş, burada ev ve hamam inşa etmiş. Ayrıca bir rivayete göre Sultan Baba hastalıkları iyileştirir ve az yiyecekle çok kişinin karnını doyurabilirmiş. Rivayet demenin asıl nedeni, dedemin bolca kanser taşıyarak veda etmesi bu dünyaya. Sultan Baba’nın eli kolu bağlanmış demek ki.
Z. Bey, bana kalırsa bu türbenin devamlı sakinlerinin çevresini canlandıran bol ağaç türünden ve özellikle sabah vakti ziyaretlerinde kuşların belirli seslerle merhumlara konuşmasından hoşlanırdı. Günlük hayatında birçok kişinin kalbini kazanan ve her derdine koşabilecek biri olan bir insan için absürt bir alışkanlık.
Sabah yedi sularında, öğretmenlik alışkanlıklarından kalmış olmalı, kalkar ve kahvaltısını zeytin, peynir, domates, kızarmış ekmek ve çeşitli reçellerle birlikte yapar, ardından abdestini tazeleyip yola koyulurdu. Günümüz kutuplaşmasından ötürü aklınıza hemen muhafazakar bir tipleme gelmiş olabilir, ki bu sizin ayıbınız. Dedem koyu solcuydu.
Yolda karşılaştığı mahalle köpekleriyle geçici bir ahbaplık eder ve Sultan Baba’nın huzuruna geldiğinde küçük bir selamla izin ister ve içeri girerdi.
Burada araya girip dedemin aşk kavramına bakışından söz etmek isterim. Aşk’ı bu dünyada arayıp aramadığı muallak ama bildiğim bir şey varsa aşkın onun için Osmanlıca anlamıyla şiddetli muhabbetten geldiğidir. Hayattayken, sevdiği insanlara kendine yetecek kadar doyamadığında çeşitli yollardan ayar çeken dedem, bu konuda ölüler dünyasına karşı bolca empati duygusuna sahip olmuş olacak ki, onları yalnız bırakmaktan mütemadiyen kaçmış.
İçeri girerdi dedim çünkü bir türbeyi ziyaret etmek somut dünyayı dış kapıda bırakıp maddiyattan yoksun bir şekilde kendini sunmaktır. İnanan biri değilim ben. Sadece böyle şeylere saygı duymayı ve bolca da romantize etmeyi kendime görev bilirim.
Tüm rütbelerinden arınıp birçok dostuyla muhabbete dalan Z. Bey kesin olarak ölüme farklı bir gözle bakmaya başlamıştı. Cahit Sıtkı kadar korkar mıydı bu durumdan ya da ilgi çekici bir konu olarak mı ele alırdı ölümü bunu da bilmiyorum fakat her gün elinde olan yirmi dört saatin on ikisini yaşama ayırıyorsa, içindeki adalet duygusu diğer on ikisini de ölüme vermişti.
Sultan Baba’dan ayrıldığında, zaten duygusal ruhlu ve melankoliye ağır eğilimli Z. Bey, evine bir takım şairsellikle döner, gittiği gibi eline kağıt kalem alır ve bir şeyler karalar, bazen yazdıklarıyla tatmin olur, bazense kendini küçük görür ve kağıdı ortadan kaldırırdı. (Babaannemi ne zaman arayıp yeni bir şeyler yazdığımı söylesem, dedemin zamanında ona yazdığı aşk mektuplarını hatırlar, duygulanıp telefonu kapamak için acele eder.)
…
Dedemi kaybettiğimde hatırlayamayacak kadar küçük olduğumdan ve diğer dedemle ilişkim dede-torun ilişkisiyle alakasız olduğundan -burada herhangi bir suçlama yok- ne zaman yolda bir kız çocuğu ve onun elinden tutan dedesini görsem içim burkulur. İşin garibi, Z. Bey hala hayatta olsa yüksek ihtimalle anlaşamazdık. Ben ne arar ne sorardım. O da buna, beni çok seveceğinden olacak, bolca içerlenirdi. Babamın bir anlatısına göre, annemle ilk evli oldukları zamanlardan birinde, Gölcük’teki eve uğramışlar. Birkaç saat ziyaret edip kalkacaklarmış. Ateş almaya geldiklerini anlayan dedem, “Böyle gelecekseniz hiç gelmeyin, en azından üzülmem.” gibi bir şey demiş.
Dedemin her gün en az bir kere merhumlar diyarını ziyaret etmesi bundandır. Oradakiler ne geliyor ne de gidiyor. Hep oradalar ve dedem istediği kadar orada olacaklar.
Z. Bey’deki takıntı demeye dilimin varmadığı ölüm kavramı sevdası o kadar ilerlemişti ki, bir gün yolu mezarcıya düştü. Mezar taşı yapan kişi nasıl bir yerde çalışır ya da taşlar nerde, nasıl yapılır bilmiyorum. Sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Sonuç olarak bir kapı varsa, dedem dükkanın kapısından girdi ve mezar taşı sipariş verdi.
Mezar taşlarında isim, soy isim, doğum ve ölüm tarihi ve varsa mezar taşı yaptıranın dileği yazılır, ki bu genelde ölen kişinin yakınlarından gelir.
Dedem için önemli olan tek şey isminin ve doğum tarihinin yazılmasıydı. Mezarcı kim için olduğunu sorduğunda da aynı bu cevabı verdi.
“M. Z. Ö.
D: 1940
Ö: ? “
Elinde mezar taşı evinin yolunu tuttu. Bir evde sizin için mezar taşına en uygun yer neresidir bilemiyorum ama dedemin mezar taşı balkondaydı. Bu, Z. Bey’in kararı mıydı yoksa babaannem evde mezar taşının ne işi var diyerek onu balkona mı kışkışladı emin değilim. Zaten burada önemli olan süreç değil, sonuç. Sonuç olarak balkonda bir mezar taşı vardı ve kıymetli emekli öğretmen, gakkoş Z. Ö. balkona her girdiğinde kendi mezar taşıyla karşılaşıyordu.
Bu durumda aklıma birkaç şey geliyor. Bu dünyanın geçici olduğunu ve ahir zamana odaklanması gerektiğini kendine her Allah’ın günü hatırlatmak istedi. Veyahut, kendi hayattayken, aslında ölüm kavramıyla çok da alakası olmadığını düşündüğüm, ölünün ailesine veya yakınlara kalan zorlayıcı mezar işlerini kendi halletmek istedi. Her iki seçenek de geçerli bir neden sunuyor bana.
…
Elimden fotoğrafını bırakıyorum dede, babaannem kahvaltıyı hazır etmiş. Özendirmek gibi olmasın ama, mis gibi çay da var. Merak etme, bu kadar ölüm düşüncesini bir çayla atmadım hemen kafamdan. Hem kim bilir bir bakarsın İstanbul’a gidince bir mezarcıya giderim. Ben de sipariş veririm bir tane aynısından. Büyük şehir ama dede, öyle geniş balkon beklentin olmasın. Fransız balkonunun olabilen en geniş kısmına sıkıştırırım mezar taşımı. Sonra arada gözüme çarptıkça okurum.
Z.N.Ö
D: 2002
Ö: ?
留言